24 Ocak 2014 Cuma

Türkiye sınırları dışındaki tek Ata toprağı: Caber Kalesi


Tarih dersine çalışırken varlığından haberdar olduğum ve hem şaşırıp bir yandan mutlu olduğum, paylaşmak istediğim yer: Caber kalesi. Türk bayrağının dalgalandığı bir toprak. Bir büyük hükümdarın naaşının olduğu yer. Ve kale hakkında internet aracılığıyla topladığım ufak tefek bilgiler. Buyurunuz. :) 

Kurtuluş Savaşının en önemli anlaşmalarından bir tanesi olan 1921 Ankara antlaşması ile Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Fransa Birinci Dünya Savaşı'ndan arta kalan hesaplarını görmüşlerdir. Bu antlaşmanın tarihimiz açısında anlamı ise BMM'nin siyasi meşruiyetinin dünya tarafından tanınmasıdır. Daha önce Rusya ve diğer Sovyet Cumhuriyetleri ile imzalanan antlaşmalar olsa da bu antlaşma ile ilk kez resmen savaş hali içerisinde olunan bir ülke ile masaya oturulmuş ve barış sağlanmıştır.

Mart ayında Fransa ile BMM kuvvetleri arasındaki Türkiye tarihçilerinin Güney Cephesi batılıların ise "Klikya Savaşı" olarak adlandırdığı çatışmalar bitmiş ve ekim ayında iki taraf Ankara'da masa başına oturmuş ve nihai çözüm konuşulmuştur. Anlaşma ile Türkiye ve Suriye arasındaki sınır belirlenmiş, Antakya Suriye Mandaterliğinde kalmış iken Suriye'de sınırları içerisindeki Caber Kalesi'nin egemenlik hakkı Türkiye'ye bırakılmıştır. İslamiyet öncesi Dawsar olarak adlandırılan kalenin isminin hicri beşinci yılda işgal eden Beni Kuşeyrli Caber'den alındığı düşünülmektedir. Yavuz Sultan Selim'in doğu seferleri ile Osmanlı egemenliğine giren bölgede bulunan mezar Kale'nin önemini artırmıştır.

İki yıl süren Fransız Mandeterliği bitmeden önce Suriye'deki Caber Kalesinde asker bulundurma hakkı Türkiye'nin elinde kalmaya devam etmiştir. Lozan Antlaşmasında ise Suriye ile ilişkileri düzenleyen Ankara Antlaşmasının geçerli olmaya devam edeceği kayıt altına alınmıştır. Caber Kalesinin önemi ise, içinde yer aldığı bölgede yaşan yerli halkın Mezar-ı Türki dediği türbe nedeniyledir. Moğol istilası öncesi Selçuk beylikleri ile Haçlı orduları arasında sık sık el değiştiren kalede yer alan Mezar'da Süleyman Şah'ın naaşı bulunmaktadır. Ancak Süleyman Şah'ın mezarının burada olması tarihi bir karışıklığının sonucu da olabilir.

Anadolu Selçuklularının kurucusu Kutalmış oğlu Süleyman Şah, Batı Anadolu seferlerinde aldığı yenilgi ile güneye kaçmış ve Antakya'nın işgali sırasında ölünce buraya gömülmüştür. Osmanlı hanedanının kurucusu Osman Beyin dedesi Süleyman Bin Kaya Alp'in ise Anadolu'da kabilesine yerleşim bölgesi arama çabası içinde Fırat Nehrini geçerken ölmüş ve buraya gömülmüştür. İki Süleyman Şah'ın öyküsünün bittiği nokta olarak Ceber Kalesinin kesişmesi ise kaleye verilen önemin nedenini karıştırmaktadır. Yazılı kayıtların çok nadir olduğu, Türklerin Anadolu'daki iktidarının sarsıldığı bu dönemde; yaklaşık 1000-1200 yılları arasında, yaşanan bu iki hikayenin birleşmesi ve birbirini beslemesi doğal karşılanabilir.

Her nasılsa kalenin Türk tarihi için taşıdığı önem ortadadır. İster Anadolu'nun Türkleşmesinin büyük ölçüde sorumlusu olan Kutalmış Oğlu Süleyman Şah olsun isterse Türklerin kurduğu en büyük emperyal güç olan Osmanlı Hanedanlığının dedesi Süleyman Bin Kaya Alp olsun Caber Kalesinin korumasının Türkiye'ye bırakılması Fransa ile yapılan Ankara Anlaşmasından sonra bir daha tartışılmaya açılmamış ve Suriye Devleti bu antlaşmanın yürürlüğününü sürdürmüştür. En son II. Abdulhamit döneminde restorasyonu yapılan Mezar daha sonra Asad Baraj Gölünün sularının yükselmesi nedeniyle 1973 yılında kalenin kuzeyinde Karakozak köyü yakınlarındaki bir bölgeye taşınmıştır.

Halen Türk Silah Kuvvetleri 20. Zırhlı Tugayı 3. Hudut Alay Komutanlığı 2. Hudut taburuna bağlı bir manga askerin koruduğu mezar Caber Kalesinin kuzeyindeki Süleyman Şah'ın 1973'te taşınan yeni türbesidir. Buradaki askerin ikmali her ayın yedisinde gerçekleştirilmeye devam etmektedir.


13 Kasım 2011 Pazar

1000 Yıl Önce Türkler Nasıl Yaşardı?

Avrupa karanlık çağ adını verdiği; pislikten ve hastalıklardan başını kaldıramadığı, cadı, şeytan diye sayısız insanı yaktıkları, her türlü sapkın durumların ortaya çıktığı devirleri yaşarken, Türkler pantolon giyiyor, giysilerini boyuyor ve ütülüyor, düğme kullanıyor, mendil ve havlu kullanıyor, parola ile beraber günümüzdeki bir çok askeriye kavramlarını, taktiklerini geliştiriyor, şu an bile kavrayamadığımız çatu gibi bazı yöntemleri sosyal hayatların da kullanıyorlardı. Tüm bu buluşlarının gelişiminin, Kaşgarlı Mahmud’tan bile çok uzun zaman evveler de olduğu düşünülürse; bu yüksek yaşam standartları aslında Türk Tarihi ve Medeniyeti açısından çok önemli bir durumdur.

Türklerin bin yıl önce giyim kuşamlarına özen gösterdiği, ütülü elbise, ipek mendil, eldiven ve havlu kullandığı belirtildi. Kıyafetlerini özel yöntemlerle çeşitli renklere boyayan Türkler, kendi icatları yoluyla zehirli yemeği de ortaya çıkarıyordu.

Türk Dil Kurumu (TDK) Başkanı Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın’ın kaleme aldığı ve Çince ile Uygurca’ya da çevrilen kitabında, Kaşgarlı Mahmud’un “Divanü Lugati’t-Türk” eserine dayanılarak Türklerin bin yıl önceki ilgi çekici geleneklerine yer veriliyor.

Çin’de basılarak 8 Eylül’de Pekin’de tanıtımı gerçekleştirilecek “Bin Yıl Önce, Bin Yıl Sonra-Kaşgarlı Mahmud ve Divanü Lugati’t-Türk” isimli kitapta yer alan bilgilere göre, Türkçede “ütü” olarak kullanılan söz, Divanü Lugati’t-Türk’te “ütüg” olarak geçiyor. Bu alet, Kaşgarlı Mahmud tarafından, “mala biçiminde olan, ısıtıldıktan sonra giysilerin kırışıklıklarına bastırılarak sıcaklığın etkisiyle bu kırışıklıkların düzleşmesini sağlayan demir parçası” olarak tanımlanıyor.

Giysiler ütülenirdi

Günümüzün ütüsünün ateşte ısıtılarak kullanılan eski biçimi olan “ütüg” için eserlerde, “ütidi” fiili de “ol tonug ütidi (o giysinin kırışıklıklarını ütüledi ve düzeltti)” şeklinde kullanılıyor.

Havlu ve Mendil kullanılırdı

Sözlük bölümünde yer alan “suvluk” sözünü Kaşgarlı Mahmud “havlu”, “eliglik” sözünü ise “eldiven” olarak tanımlıyor. “Su” sözcüğünün bin yıl önceki biçimi olan “suv” kelimesine getirilen yapım ekiyle türetilen “suvluk”un, el, yüz ve vücuttaki suyu kurutmak amacıyla kullanılan havlu olduğu anlaşılıyor.

Bin yıl önce Türklerin giyim kuşamında mendili kullandığı da eserde görülüyor. Erkeğin gerektiğinde burnunu silmek için cebinde taşıdığı ipek mendil olan “ületü”, Divanü Lugati’t-Türk’te yer alan bir başka giyim kuşam aksesuarı olarak öne çıkıyor. Bu veriler, Türklerin bin yıl önce giyim ve temizliklerine dikkat ettiğini, ütülenmiş kıyafet ve ipek mendillerle dolaştığını gösteriyor.

Giysilerini boyuyorlardı

Eserde, giyim kuşam ile ilgili bir başka ayrıntı da “bodudı” sözüyle gözler önüne seriliyor. Eski Türkçedeki “bodudı” sözü, “boyadı” anlamında kullanılırken, Kaşgarlı Mahmud’un bu söz için getirdiği örnek, “ol tonug bodudı (o giysisini boyadı)” şeklinde görülüyor.

Kaşgarlı Mahmud, giysi boyanabileceği gibi başka şeylerin de boyanabileceğini ve bu fiilin onlar için de kullanılabileceğini belirtirken, giysinin nasıl boyandığı konusunda bilgi verilmese de bu örnek, Türklerin bin yıl önce kıyafetlerini boyadığını gösteren bir kanıt olarak ortaya çıkıyor.

Zehirli yemeği gösteren “Çatu”

Suikastların çoğunlukla zehirleme yoluyla yapıldığı bir dönemde yemeklere karıştırılan zehri ortaya çıkarmak da büyük önem taşıyordu. Babası ile beraber aile fertlerini böyle bir suikast sonucunda kaybeden Kaşgarlı Mahmud da zehirli yemekleri ortaya çıkaran “çatu” isimli bir nesnenin var olduğunu, Türk dilinin baş ucu kitabında anlatıyor.

“Çatu”nun “balık duyargası” olduğunu, kimilerine göre ise Çin’den getirilen ve bıçak sapı yapımında kullanılan bir ağaç kökü olabileceğini aktaran Kaşgarlı Mahmud, yemekte zehir bulunup bulunmadığının da “çatu” sayesinde anlaşıldığından söz ediyor.

Onun verdiği bilgilere göre, zehirli yemek “çatu” aracılığıyla şu yöntemle anlaşılıyor: “İçerisinde zehir bulunduğu sanılan çorba ya da yemek bir kapta getirilir. Daha sonra bu yemek ‘çatu’ ile karıştırılır. Eğer içerisinde zehir varsa ateş yanmamasına karşın çorba ya da yemek kaynamaya başlar. Ayrıca, ‘çatu’ kabın içerisinde konulduğunda da duman çıkmasa bile kabın kenarları buğulanır.”

“Hangi boydansın?”

Türklerin o dönemdeki görgü kuralları ile törelerinden de bahsedilen eserde, Türklerin tanışma şekilleri de okuyucuya aktarılıyor. Birbirini tanımasa dahi karşılaşan iki kişinin selamlaştığı ve görgü kuralları gereğince hal hatır sorduğu Türk geleneğinde iki Türkün tanışması da şöyle anlatılıyor:

“Birbirini tanımayan iki adam, karşılaştıklarında önce selamlaşırlar. Sonra, ‘boy kim? (hangi boydansın?)’ diye sorarlar. Hangi kabiledensin demektir. ‘Salgur’ diye karşılık verir veya boy adlarından birini söyler. Bundan sonra konuşmaya başlarlar veya daha fazla gevezelik etmeden kendi yollarına giderler. Böylece her biri diğerinin ait olduğu boyu tanımış olur.”

Kitapta, ayrıca, iki asker veya iki birliğin karşılaştığı durumlarda birbirini tanıma yolu da izah ediliyor. Kaşgarlı Mahmud’un verdiği bilgilerden, bugün askerlikte, poliste veya benzeri görevlerde kullanılan “parola sorma” uygulamasının o dönemde de var olduğu ortaya çıkıyor.

4 Haziran 2011 Cumartesi

KARLI DAĞLARDAKİ SIR 4
KARLI DAĞLARDAKİ SIR 3
KARLI DAĞLARDAKİ SIR 2
KARLI DAĞLARDAKİ SIR 1

Ulubatlı Hasan

29 Mayıs 1453 günü Konstantiniyye önlerindeki İslâm ordusunda büyük bir hazırlık göze çarpıyordu. İslâm askerleri sabah namazından önce en temiz elbiselerini giymişler, birbirleriyle helalleşmişler, cemaatle namazı kıldıktan sonra ordudaki yerlerini almışlardı. Kâinatın Efendisinin müjdelediği "Mesud askerler"den olmak ve Cenab-ı Hakkın huzuruna şehid olarak gitmek için yanıp tutuşuyorlardı. Hele içlerinden birisi vardı ki, heyecandan yerinde duramıyordu. Bir gün önceden komutanlarına yalvarmış en ön saflarda vuruşan birlikte yer almak için çok dil dökmüştü.
Ulubatlı Hasan adlı bu yiğit Bursa Karacabey'deki Ulubat gölünün kuzeybatı kıyısının yakınında bulunan Ulubat köyünde dünyaya gelmişti. Yiğitler yiğidiydi. At yarışlarında, ok atmada, güreşte birinciydi. Daha sırtını yere getiren çıkmamıştı. Öyle ki çoğu defa iki kişiyle birden güreşir, ikisini de yenerdi. Ulubatlı Hasan'ın gönlü Allah için cihad etme aşkıyla yanıp kavrulmaktaydı "İla'yi kelimetullah" uğruna can vermek en büyük emeliydi.
Büyük hücum'un yapılacağı gün en ön safta vuruşacağı için çocuklar gibi seviniyordu. Otuz tane gözüpek yeniçeri seçmişti. Hep birlikte aynı noktaya hücum edeceklerdi.
Nihayet beklenilen an gelip çatmıştı. Mehter "hücum" havası çalınca Ulubatlı Hasan ve arkadaşları "Allah Allah" sesleriyle ileri atılmışlardı. Ulubatlı'nın bir elinde sancak, diğer elinde kalkan vardı. Sura dayanan merdivenlerden süratle tırmanıyordu. Atılan oklara, taşlara, üzerlerine dökülen kızgın yağlara kalkanını siper ediyordu. Nihayet surların üzerine varmayı başarmıştı. O anda kalkanını fırlatıp atmış, uzun palasını çekmiş, arslanlar gibi vuruşmaya başlamıştı. Önüne çıkan düşman askerlerine vuruyor, vuruyordu. Yahya Kemal'in tasvir ettiği gibiydi manzara. Şöyle demektedir şair:

Vur pençe-i Alî'deki şemşîr aşkına
 Gülbangi asmanı tutan pir aşkına
Ey leşker-i müfettihü'l-ebvâb vur bugün
Feth-î mübîni zâmin o tebşir aşkına
Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-î hilâl içün
Gelmiş bu şehsüvâr-ı cihangir aşkına
 Düşsün çelengi Rûm'un eğilsün ser-î Firenk
 Vur Türk'ü gönderen yed-i takdir aşkına
Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar
 Fecr-i hücum içindeki Tekbîr aşkına

Ulubatlı'nın şimşek gibi çakan kılıcından ürken düşman askerleri uzaktan ok yağdırmaya başlamışlardı. Oklar peş peşe Hasan'ın vücuduna saplanıyordu. Ayakta duramayacağını anlayan Ulubatlı sancağı Topkapı'daki surlann üzerine dikivermişti. Sancağın surların üzerinde dalgalandığını gören askerler coşmuştu. Tekbir getirerek büyük bir gayretle surlara hücum ediyorlardı. Ulubatlı Hasan da vücudunun oklarla delik deşik olmasına rağmen yaralı ars-lan gibi sancağın yanına düşman askerlerini yaklaştırmıyordu. Nihayet diğer arkadaşlan yanına gelmiş, Hasan'ın etrafına halka olmuşlardı. Sancağın artık emin ellerde olduğunu gören Hasan yüzünde mes'ud
bir tebessümle ruhunu Rahman'a teslim etmişti. Kendisiyle birlikte surlara tırmanan arkadaşlarından 18'i de şehid olmuş, kalan 12'si sancağı düşürmemişti.
Çok genç yaşta şehitlik rütbesini kazanan Ulubatlı Hasan'ın vücuduna 27 ok saplanmıştı. Arkadaşlan bu okları çıkardılar ve bu mübarek şehidi Fatih'in huzuruna götürdüler. Fatih, İslâmın bu bahadır evladına dua ettikten sonra şöyle demiştir: "Ulubatlı Hasan'ım! Ne kadar şanlısın. Eğer sultan olmasaydım, Ulubatlı Hasan olmak isterdim!"